Çağımızın Yaygın Sorunu: Aşırı Talepkârlık
Modern dünyada bireycilik ve hız odaklı yaşam, pek çok insanı çıkar odaklı bir tutumla hareket etmeye yönlendiriyor. Hayatın merkezine "Burada bana ne fayda var?" sorusunu yerleştiren kişiler, zamanla sadece almaya odaklanırken vermenin zarafetini unutuyor.
Aşırı talepkarlık nedir?
Aşırı talepkarlık, bireyin ihtiyaçlarını karşılama arayışının bir adım ötesine geçerek, sürekli daha fazlasını istemesi ve beklentilerini bir hak gibi görmesi durumudur. Bu eğilim genellikle tatminsizlik hissiyle bağlantılıdır ve bireyi, sahip olduklarını yeterli görmemeye yönlendirir. Aşırı talepkarlık eğilimi, ilişkilerde dengesizlik yaratır ve bireyin çevresiyle sağlıklı bağlar kurmasını zorlaştırır.
Bu tür aşırı talepkar veya çıkar odaklı yaklaşımlar, yalnızca empatinin giderek yitirilmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda birey ve toplum arasındaki bağları zayıflatarak kişide derinleşen bir boşluk hissine neden olur. İşte tam burada mindfulness, bu kopuşun tam karşısında yer alan bir anlayışla, bu yaklaşımı dönüştürebilecek bir yol sunuyor.
“Vermek, iki insanın ihtiyaçlarının buluştuğu bir yerdir; burada ne alan ne de veren diğerinden üstündür. Çünkü her verme eylemi aynı zamanda bir alma eylemidir: bir teşekkür, bir temas ya da bir anlam. Ve her alma eylemi, aynı zamanda bir verme eylemidir: güven, şükran ve paylaşım. Verenle alan, bir amaca doğru uzanan iki el gibidir; bu eller birleştiğinde, bağımsızken taşıyamayacakları bir yükü birlikte kaldırır ve ortak bir çabayla yeni bir şey inşa ederler.”
Talepkârlığı Tanımak ve Yavaşlatmak: Şimdiki An Farkındalığı
Aşırı talepkârlığa eğilimli bireyler, genellikle geçmişin hayal kırıklıkları veya geleceğin kaygılarından beslenir. Bu tutum, “şimdi”de var olmayı zorlaştırır; zihin sürekli eksik olanı veya “daha fazlasını” arar. Sürekli talep hâlinde olan bir zihin, farkında olmadan yeni bir memnuniyetsizlik yaratır ve elde olanların yetersiz olduğu hissi belirir. Ve kişi çoğu zaman “daha fazlası” peşinde koşarken, kendilerine ve çevrelerine karşı ne kadar fazla beklenti içinde olduklarını farkında olmazlar. Bununla beraber, genellikle bir şeyler ters gittiğinde ya da beklentileri karşılanmadığında aşırı duygusal tepkilerle karşılık verirler. Mindfulness, kişiyi "otomatik pilottan" çıkararak ilk olarak durumu fark etmeyi ve ardından da bununla sağlıklı bir ilişki kurmayı destekler. Bu noktada, aşırı isteklerin ve beklentilerin kökenini ve ardındaki temel ihtiyaçları anlamak da yardımcı olabilir. Örneğin kişinin aşırı talepkar davranışlarını fark etmesine ve sorgulamasına da yardımcı olabilir:
- Gerçekten ihtiyacım olan nedir?
- Bu talebim bir tatminsizlikten mi kaynaklanıyor yoksa bir alışkanlık mı?
Bu tür sorular, bireyin kendisiyle ve çevresiyle daha sağlıklı bir temas kurmasına olanak tanır. Mindfulness uygulamaları, kişiyi beliren duygularını fark etmeye ve onların varlığını kabul etmeye davet eder. Bu da bireyin dürtüsel tepkiler yerine daha bilinçli ve seçilmiş yanıtlar vermesini sağlar.
Geçmişin yüklerinden ve geleceğin kaygılarından sıyrılarak, şimdiki ana odaklanmak, sürekli talep eden bir zihnin yerini şükran ve tatmin duygusuna bırakabilir. Çünkü şimdiki anda, her şey zaten olması gerektiği gibidir.
Hırslanmama: Talepkârlığa Denge Getiren Tutum
Mindfulness, sadece zihinsel ve bedensel farkındalıkla sınırlı değildir; aynı zamanda kişinin arzularını, isteklerini ve taleplerini nasıl yönettiğini de derinlemesine keşfetmesine olanak tanır. "Hırslanmama" (non-striving) tutumu, bireyin içsel huzurunu sağlamak için aşırı talepkârlık, hırs ve mücadeleden uzak durmayı ifade eder. Bu tutum, genellikle dış dünyadan sürekli bir şeyler alma isteğiyle beslenen talepkârlıkla zıt bir anlayış sunar.
Sıklıkla daha fazlasını istemek, daha büyük başarılar elde etmek veya sürekli olarak daha fazla maddi ve manevi tatmin arayışı ile kişi, sahip olduklarını görmek yerine, sürekli bir eksiklik hissiyle hareket eder. Sahip olduklarını görebilmek “kaderine razı olmak” değildir. Ve bu pasiflik veya tembellik anlamına gelmez. Aksine, kişinin kendi doğal hızına ve potansiyeline uygun bir yaşam tarzı benimsemesini sağlar. Bu, sürekli dışsal hedeflere ulaşmaya çalışırken kaybolmaktansa, içsel dengeyi koruyarak harekete geçmektir. Kendimizi ve yaşam standartlarımızı geliştirmek için ortaya koyduğumuz çaba her zaman çok kıymetlidir ve olması gereklidir, fakat burada önemli olan bunun “nasıl”ı dır. Mindful bir yaklaşım bir şeylerin nedeni ile değil, nasılı ile ilgilenir. Bunu yaparken tavrım nasıl? Hırs, rekabet ve stres ile mi hareket ediyorum?
Hırslanmama, dışsal vericilere veya başarı ve ödüllere odaklanmaktan ziyade içsel memnuniyetin peşinden gitmeyi teşvik eder ve başarıyı tanımlama biçimini de değiştirir. Başarı, “daha fazlasını elde etme” anlayışından, “mevcut olanla tam bir bütünlük içinde yaşama” anlayışına dönüşür. Ve sadece başarı ve kazanımların değil, varoluşunun da değerli olduğunu anlamaya başlar. Bu tür bir yaklaşım sadece kişisel değil, toplumsal bağlamda da daha sağlıklı ilişki kuran bir biçime evrilir, çünkü kişinin başkalarına karşı olan talepkârlığı da azalır.
Eksiklik hissini beslemek yerine, anın içinde olanla barışçıl bir şekilde var olmayı öğrenmek. Hırslanmama tutumunu benimsemek ile, çıkar yerine nezaket ve şefkat, talep yerine kabul, sınırsız istemek yerine tatmin hali gelir.
Nezaket ve Şefkatin Dönüştürücü Gücü
Aşırı talepkârlık, kişiler arasındaki bağı zayıflatır, ilişkileri mekanik ve yüzeysel bir hale getirir. İnsanlar birbirini birer “aracı” gibi görmeye başladığında, ilişkilerde samimiyet yerini çıkar odaklı beklentilere bırakır. Talepkâr tutum sergileyen kişiler genellikle “alıcı” pozisyonunda kalır ve bu da karşısındaki insanın değerini yalnızca sunduklarıyla ölçmeye yol açar. Oysa gerçek bağların oluşması, karşılıklı anlayış, nezaket ve empatiyle mümkündür.
Mindfulness, bireylerin kendilerine ve başkalarına karşı daha şefkatli bir tutum geliştirmesini teşvik eder. Şefkat, talepkârlığı azaltır çünkü kişi yalnızca kendi ihtiyaçlarını değil, başkalarının ihtiyaçlarını da görmeyi ve gözetmeyi öğrenir. Bu anlayış, kişinin yaklaşımında bir dönüşüm sağlar. Şefkatli bir bakış açısıyla, “Ben buradan ne alabilirim?” sorusu yerini, “Ben buraya ne katabilirim?” sorusuna bırakır. Bu yaklaşım, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de güçlü bir değişim yaratır.
Şefkat, hayatın dokusundaki en sağlam ve en güçlü ipliktir; bağları onarır ve güçlendirir. Her bireyin kendisi ve çevresi için bu ipliği kullanmayı öğrenmesi, daha anlamlı bir yaşamı dokumanın anahtarıdır.
İstekler Yerine Değerler
Mindfulness, bireyin yaşamındaki değerleri ön plana çıkarır. Sürekli bir şeyler talep etmek yerine, birey neyin gerçekten anlamlı olduğunu sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, isteklerin yerini değerlere bırakmasını sağlar.
Hayatta, talep etmekten ziyade katkıda bulunmaya odaklanmak, bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle barış içinde bir varoluş sürmesine olanak tanır. Çıkar odaklı bireycilikten uzaklaşıp, toplumun bir parçası olma bilincine kapı aralarken şu soruyu da kendimize sorabiliriz; “Verdiğim katkı aslında kendime de hizmet etmiyor mu?” Çünkü her sunulan bir katkı, aynı zamanda da kendimize de katkıdır. Bu bilinçle hareket etmek, alma ve verme dengesini kurarak daha anlamlı bir yaşam inşasına destek olur.
Ayrıca bu içsel bir motivasyonla yani denetim odağımızın içten olmasıyla mümkündür. Bunun anlamı, sürece odaklanmak, süreçten keyif almak ve yaptığımız her şeyde bir anlam bulmaktır. Yaşamda bize anlamı ve bunun bir parçası olan çabayı ve emeği getiren şey değerlerdir. Eğer değerlere sahipsek, istenilen, bize ve topluma faydası olan yolda atılan her adımın kendisi hizmet ettiği için, mükafatı anbean alırız.
Şükran ve Tatminin Gücü
Bazı kişiler, karşılıklı sorumluluklar üstlenmeksizin, ayrıcalıkları hak ettiklerine inanırlar. Başkalarının ihtiyaçlarına karşı duyarsızlıkla birleşen yetki duygusu, kişiler arası sömürüyü doğurur. Cömertliklerini veya nezaketlerini, iyilik körükleme girişiminden başka bir şey olarak görmezlikten geldikleri iyilikseverlere yanıt olarak şükranlarını ifade etmekte isteksiz olabilirler. Kişi tamamen kendine yeterli olduğuna inanıyorsa, bir yarar karşısında borçluluk hissetme olasılığı çok daha fazla olacaktır. Eğer kişi gerçekten başkalarından üstün olduğuna inanıyorsa, verenin niyetinden şüphe eder ve diğerlerinden daha fazlasına hakkı olduğunu düşünür ve bu nedenle veren kişinin sahip oldukları da odağındadır.
Kısacası insan her şeye hakkı olduğunu hissediyorsa hiçbir şeye şükretmiyor demektir.
Şükran, mindfulness'ın kalbinde yer alır. Her sabahınızı sahip olduklarınızın değerini hatırlayarak karşılıyorsanız ve hatta genel bir şükran yerine anbean şükran duyma kapasitesini geliştirirseniz, sürekli daha fazlasını talep etme arzusundan uzaklaşırsınız. Genel geçer sahip olduğumuz maddi ve manevi varlıklara şükretmek, bir diğer deyişle bizde olanların varlığına şükretmek bir süre sonra görev tamamlamaya ve otomatik pilotta bir şükrana dönüşüyor. Oysa ki durumsal şükran, bizleri daha mindful ve maksatlı hale getiriyor, tetikte tutuyor. Şükretmeye niyet ettiğimizde aynı zamanda iyiyi fark etmeye de niyet ediyoruz. Mindful şükür, yaşamın bize anbean sunduğu güzellikleri fark etmek hatta zorlukların içindeki anlamı görebilmek ve bir nevi anı olduğu haliyle onurlandırmaktır. Şükran pratiği, doygunluğun temelidir ve bununla birlikte kişi hem kendine hem de başkalarına karşı daha cömert bir yaklaşım geliştirir.
Şükran ikinci bir hazdır, kendisinden önce gelen hazzı uzatan ve ona vesile olan bir hazdır; hissettiğimiz hazzın neşeli bir yankısı, bize verilen mutluluğun bir başka mutluluğu gibidir. Şükran: almanın hazzı, neşeli olmanın neşesi.
Andre Comte-Sponville (2002, s. 132)
“Biz” Bilincinin Yeniden Doğuşu
Mindfulness, kişiyi yalnızca kendisiyle değil, bir bütün olarak toplumla bağlantıya geçirir. İnsan olmanın ortak paydaşımına vurgu yapar.
Desmond Tutu’nun dediği gibi, "Ben, biz olduğumuz için varım." Bu anlayış, bireysel çıkarların ötesine geçerek, herkesin birbirine bağlı olduğu perspektifine vurgu yapar. Yani yalnızca kendimiz için değil, toplum için de var olmayı öğrenmek.
“Bir öğreti şöyle der; Doğada hiçbir şey kendisi için yaşamaz. Nehirler kendi suyunu içemez. Ağaçlar kendi meyvelerini yiyemez. Güneş kendisi için ısıtmaz. Ay kendisi için parlamaz. Çiçekler kendileri için kokmaz. Rüzgar kendisi için esmez, bulutlar kendi yağmurlarından ıslanmaz. Doğa, her şeyin birbirine hizmet ettiği bir bütünlük içindedir. Doğanın anayasasında ilk madde şudur; Her şey birbiri için yaşar."
Sonuç olarak, mindfulness, kişinin aşırı talepkârlığını fark etmesini ve bu talepleri yavaşlatmasını sağlar ve bu farkındalık, talepkârlığın sürekli bir alışkanlık haline gelmesinin önüne geçer. Kişinin yalnızca kendi ihtiyaçlarını takip eden yolunda bir sokak açarak, şefkat ve şükran temelinde temaslı ve anlamlı bir yaşam inşa etmesine rehberlik eder. Sürekli daha fazlasını talep etme arzusundan uzaklaşıp, sahip olduklarını da fark etme ve katkı sunma bilincini geliştiren kişi hem kendi içsel huzuruna, ilişkilerine hem de topluma katkı sağlar. Bu anlayış, çıkar odaklı bireycilikten toplumsal birliğe, almaktan çok vermeye, eksiklikten tatmine geçişin yolunu açar. Tıpkı doğanın uyum içinde işleyen sistemi gibi, mindfulness da kişinin hayatına bu uyumu getirmeye davet eder.
Bu yazıyı şu iki soruyu akılda tutarak sonlandırabiliriz:
“Ben bu dünyada sadece almak için mi varım, yoksa vermek de benim yolculuğumun bir parçası mı? Almanın ötesinde, vermenin hafifliğini deneyimleyebilir miyim?”
Kommentare